Renk Enerjisi: “Renk, İnsan ve Evren”

Bu yazıda sizleri ilkin; “ENERJİ, YAŞAMIN ÇEKİRDEĞİ” başlıklı kitap çalışmamın ilişkili bölümlerinden alıntılar yaparak; aydınlık, yani ışık sayesinde tanıştığımız renkler âleminde bir gezintiye davet ediyorum… Konuya, kenarından köşesinden bir girelim hele… İlginizi çekerse, kaldığımız yerden devam ederiz…

Renk Enerjisi: “Renk, İnsan ve Evren”
02.07.2016
1.318
A+
A-

Hayatımızın giderek renklendiği bir gerçek.. Bunun yanında, aydınlatma dediğimiz şeyin de, “ustaca kullanıldığında!” bu renkleri doğru algılamamız için mükemmel bir araç olduğu yadsınamaz… Elbette, tüm armatürlerin enerjisi elde edilirken ve kullanılırken, temiz ve sürdürülebilir kaynaklar ve ürünler aracılığı ile yani bir çevresel bilinç eşliğinde gerçekleştirmeliyiz eylemi… Bu bizim, ülkemiz ve dünyamız adına temel sorumluluğumuzdur…

Peki, doğru amaç nedir ve nasıl gerçekleşir ?. “Neden ve nasıl ?” sorularına yanıt aramalıyız..

O yüzden bu yazıda sizleri ilkin;  “ENERJİ, YAŞAMIN ÇEKİRDEĞİ” başlıklı kitap çalışmamın ilişkili bölümlerinden alıntılar yaparak; aydınlık, yani ışık sayesinde tanıştığımız renkler âleminde bir gezintiye davet ediyorum… Konuya, kenarından köşesinden bir girelim hele… İlginizi çekerse, kaldığımız yerden devam ederiz…

Bir frekanslar evreninde yaşıyoruz. Yetersiz algı kapasitemiz nedeniyle; bize durağan, katı ve hareketsiz gibi gözükenler de dahil olmak üzere, algıladığımız her şey, aslında salınıp titreşen enerji biçimlerinden başka bir şey değil… Var olan her nesne, karşılıklı olarak diğer nesnelerle değişik dalga boylarında titreşim alışverişinde bulunmakta. Görünebilen renkler dahil, çoğu, gözle görülmeyen bu titreşimler, dünyamızı ve insan vücudunu, çeşitli yönlerden etkilemekte..

Eskiden, çevremizdeki tüm nesneleri ve var olan renklerini algılamak için kullanılan aydınlatma araçları, LED teknolojisi sayesinde, artık bizzat rengi yaratan olanaklara kavuştu.. O yüzden, aydınlatmadan bahsederken, renklerin nasıl bir titreşim içerdiği ve ne gibi etkilere yol açtığına dair araştırma yapmakta fayda var.. Ki, doğru ve etkin bir aydınlatma yapalım.. Gelin şimdi hep birlikte, rengi masaya yatıralım..

Renk enerjisi, insanları sadece düşünce ve davranış açısından etkilemez. Çevremizdeki nesnelerden ve içinde bulunduğumuz mekândan yansıyan renk titreşimleri, daha üst boyuttaki ruhsal yapımızı da olumlu ya da olumsuz biçimde etkiler. Dışa yansıttığımız zihinsel, duygusal ya da fiziksel değişimlerin hepsi, elektromanyetik alanlarımızdaki değişikliklerden kaynaklanmaktadır. Bu değişikliklerin temelinde ise dışımızdaki sesler, renkler ve biçimlerle kurduğumuz enerji alışverişi yatmaktadır.. Çünkü bütün bu olgular, temelde bir titreşim ürünü, yani bir enerji biçimidir.. Bu araştırmanın genel kapsamı içinde, mimarlık dahil her kavramı, değerli uzmanların katkısı ile enerji penceresinden yorumlamaya çalışacağım. Sanırım bu yaklaşım, çok karmaşık sandığımız bazı olguların ve ilişkilerin çok daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.. Çokluk içindeki birliğe giden yolda “enerji” bizim için daima sağlam ve doğru rehber ve bir çözüm anahtarı olacaktır..

Tanımak ya da kavrayabilmek için her şeyi birbirinden ayırmak zorunda olduğunu sanan ve bilimini de, “uzmanlık gereksinimi !” adı altında bu yönde teşvik eden insanlık, derin bir yanılgı içindedir.. Renkleri; ressamlara, sesleri; müzisyenlere, kokuları; parfüm uzmanlarına, biçimleri; desinatörlere özgü sanarak, bireysel yaşam kurgusunun dışına çıkarmıştır. Onlara hakim olup yönetebilecek iken, “ben anlamam ki !” yanılgısı ile, ona sunulanlara tabi olmayı yeğlemiştir. Moda, mimari akım, sanat ekolü adı altındaki kalıpların dışında bir dünya kurabileceğini hayal bile edememiştir. Halbuki, bu özet incelemede de göreceğiniz gibi, örneğin renklerin; bedeninizden, zihninizden ya da içinde bulunduğunuz mekandan soyutlanması mümkün değildir. O sizinle bir bütündür…

Böylesi yanılgıları bir bilim adamı olarak dile getiren Albert EINSTEIN bakın ne diyor : “İnsanoğlu, evren denilen bütünün bir parçasıdır. Oysa, uzay ve zamanla sınırlanmış bir parçanın içinde hisseder kendini. Kişiliğini, düşüncelerini, duygularını, geri kalandan ayrıymış gibi algılar. Burada söz konusu olan, bilincini etkileyen bir çeşit optik yanılsamadır. Bizim için bu yanılsama, bize yakın bazı kişilere karşı olan sevgimiz kadar, kişisel arzularımızı da sınırlayan bir hapis gibidir. Görevimiz, bütün canlıları ve tüm güzelliğiyle doğayı içine alacak kadar, merhamet çemberimizi genişleterek bu hapisten kurtulmak olmalıdır. Kimse bu noktaya tam olarak gelemeyebilir ama, böyle bir amacın peşinden koşmak, içinde yine de kısmen bir özgürlük ve temelde iç huzuru barındırır.”

Hayatımızdaki Rengin Tarihçesi

Yazının başlangıcı, herkesin bildiği gibi, resimlerle anlatımın geliştirilmesi ile olmuştur. Yazının okunabilir hale gelmesi, M.Ö. 3000 ile M.Ö. 5000 yıllarından öteye gitmez. Düzenli bir alfabe ise, daha da yakınlarda kullanılabilir duruma gelmiştir. Oysa resimler çok eskidir. M.Ö. 30.000 yıllarına ait mağara resimleri vardır. Hem de renkli.. O zamana ait çok az şey biliyoruz. Ama bildiğimiz birkaç şeyden biri, renklerin o dönemde kullanılabildiğidir. İnsanlık, çok az şey bildiği dönemlerde bile renkleri tanıyor ve kullanıyordu. Bugünkü uygarlığın temeli sayılan ilk insanlar,  yazıyı bulmazdan önce renklerle tanışmıştı..

Eski insanların, renkleri büyüsel amaçlarla kullandıkları kabul edilmektedir. Her renge sembolik anlamlar yüklenmiş ve o renkler, o duyguların ifade biçimi olmuştur. Tapınma töreni sırasındaki görsel etkileyicilik, normal yaşamdan farklı bir mekan ve görünüm, ancak renklerle sağlanabilmekteydi.. Ayrıca kendilerini düşmandan gizleyebilmek için, daha korkutucu görünebilmek için, renklere ihtiyaçları vardı. Özellikle abartılı görünmek gereği, ilk çağ insanı için önemli olmalıydı.

Bir başka önemli konuysa, insanın varoluşundan bu yana, giderek daha da değer kazanan beğenilme ve güzelleşme içgüdüsüdür. Estetik kaygı, güzele ve güzelliğe eğilim, ilk çağdaki insanlarda da vardı. Boyanarak süslenme, ve bu yolla karşı cinsteki insanlar üzerinde çekicilik uyandırmak her dönemde insanlar için gereklilik olmuştur. Toplumsal yaşamda, grup üyelerinin birbirlerini kolayca tanımalarını sağlamak, bağlılıklarını pekiştirmek, diğer kişilerden ya da gruplardan kendilerini farklı kılmak için de insanlar boyanmışlardır. Daha sonraları, toplum hiyerarşisinin oluşmasıyla, en zengin, en saygın, en güçlü kişilerin ayırt edilmesi yine renklerle sağlanabilmiştir. Reislerin, din adamlarının, kralların, komutanların, varlıklı kişilerin “belirleyici işaretleri” değişik renklerle simgelenmiştir. Renkler, estetik bir değer olarak, güzelliğin sahiplenilmesi anlamına gelmiştir.

Işığın kırılma özelliği, ilk kez 1666’da İsaac NEWTON tarafından fark edilmiştir. Bir deney sırasında prizmadan geçen güneş ışığının rengarenk şeritler haline dönüştüğünü gören Newton, beyaz ışığın yedi temel renkten oluşan bir karışım olduğunu ortaya attı. Buna; tayf, renk spektrumu ya da yaygın deyimi ile gökkuşağı denir : Kırmızı, Turuncu, Sarı, Yeşil Mavi, Çivit mavisi ve Mor.. O dönemlerde yedi rengin müzikteki yedi nota ve astronomideki yedi büyük gezegenle bağlantılı olduğu düşünülürdü. Newton 1706 yılında, renk çarkının bilinen ilk çizimlerini yaptı. Kırmızı ve mor rengi yan yana koydu.

Öte yandan, filozof, şair ve yazar olan Johann Wolfgang fon GOETHE ise hazırladığı altı temel renkten oluşan renk çarkını 1792 de yayınladı. Çivit mavisinin yerini macenta almış ve kırmızı devreden çıkmıştı. GOETHE renklere, NEWTON gibi matematiksel değil, ruhsal ve sezgisel açıdan yaklaşıyordu. 1810 yılında renk konusundaki eşsiz teorisini açıkladı. Ona göre renkler, ışığın ve karanlığın karşılıklı etkileşiminden doğan hayat kaynaklarıydı. Newton’un çarkında yedi rengin bulunması, karşılıklı renklerin tamamlayıcılık düzenini bozmaktaydı. O yüzden, kırmızıyı nötralize eden, madde ve ruh dünyası arasında köprü görevi gören turkuazın devreye girmesi ile sekiz renkli çark tamamlanmış oldu.

Renk ve Sağlık

Tıbbi açıdan rengin kullanımı, tıbbın babası sayılan HİPOKRAT tarafından da desteklenmiştir. “Yaratılış Doktrini” adlı eserinde şöyle demektedir : “İnsanların sahip oldukları dört temel kişilik özelliği, ateş, toprak, hava su ile bağlantılıdır ve bu özellikler belirli renklerle sembolize edilir. Hastaya teşhis konurken, saçlarındaki, tenindeki, gözlerindeki, dışkı ve idrarındaki  renk değişiklikleri hastalığın habercisi sayılır.”  Günümüz tıbbı da tüm bunları teşhisin temel taşları olarak kabullenmektedir. İlaveten örneğin göz küresindeki renk değişimlerinin karaciğer, göz akındakilerin akciğer, gözbebeğindekilerin  böbrekler, gözkapağındaki siyahlıkların mide ile, ilgili olduğunu bilmektedir. Bu arada x ışınlarını, ultraviyole ve kızıl ötesi ışınları, yani gözle görülmeyen renkleri teşhis ve tedavi amaçlı kullanmaktadır. Fakat nedense hala, renk-çakra sistematiğini kullanma konusuna olumlu bir yaklaşımda bulunamamaktadır.

Ünlü bilgin İbn-i Sina “Tıbbın esasları” isimli kitabında Hipokratı biraz daha aşarak kronik burun kanaması geçirenlerin kırmızıdan, göz sorunları olanların, kırmızıdan ve sarıdan uzak durmalarını tavsiye etmiştir. Ayrıca araştırmaları sonucu mavi rengin kan dolaşımını yavaşlattığını kırmızının ise hızlandırdığını ortaya çıkarmıştır.

Geleneksel Çin tıbbında insan vücudu, her biri ayrı renkle temsil edilen 12 parçaya ayrılmaktadır. Hint tıbbında ise, renkli kaplarda güneşte bekletilen sularla vücut ağrıları tedavi edilmektedir.

Harvard Üniversitesinden Prof. Edwin D.BABBİT 1878 de çıkardığı “Işık ve Renk İlkeleri” adlı kitabında renkleri termal ( kırmızı  ), ışık yayan ( sarı ) ve elektriksel ( mavi ) olarak üç temel gruba ve bunları tamamlayan renklerine ayırdı. Termolüm adını verdiği, güneş ışığını renklere ayırıp hastalara renk banyosu yaptırdığı cihazla çalışmalarını sürdürdü.

Rudolf STEINER 1920’lerde, GOETHE’nin renk teorilerini geliştirerek yeniden yorumladı. Yine yüzyılın başlarında Dr. Roland HUNT, renklerle teşhis ve tedavi konusunda birçok kitap yayınlarken, renk ve müzik, koku ve aydınlatma arasındaki ilişkileri de göz önünde bulundurarak, çeşitli tonlarda yapay renk üreten lambalarla renk tedavisini kolaylaştırdı. 2004’te vefat eden, Theophilus GIMBEL ise çağının en ünlü renk terapisti idi.

“Dört Sabit” Mekanizması

“Beynimiz cisimleri değişik konumlarda ve ışık şartlarında dört sabit mekanizması yardımı ile tanımlar:

 Bunların birincisi “büyüklük” sabitidir. Aynı büyüklükte olduğunu bildiğimiz iki nesnenin biri diğerinden daha uzakta ise ağ tabakadaki görüntüleri farklı olacaktır. Ama beynimiz onların aynı yükseklikte olduklarını bilecektir.

 İkincisi “şekil” sabitidir. Bir cisme farklı açılardan bakıyor olsak bile beynimiz bize karşıdan baktığımızda görmemiz gereken biçimi bildirir. Örneğin bir kapının yan görünüşü dikdörtgen olmasa bile biz bir kapının dikdörtgen olduğunu biliriz.

 Üçüncüsü “parlaklık” sabitidir. Açık renkli nesneler koyu renkli nesnelerden daha parlaktır. Loş bir odada beynimiz onu koyu renklerle karşılaştırarak daha parlak olduğunu bize anımsatır. Bu karşılaştırmada rengin açık ya da koyu olması konusunda ise göreceli karar veririz. Örneğin sabit bir gri tonu, sarının ortasında daha koyu, lacivertin içinde ise daha açık görünecektir.

 Son sabit “renk”tir. Yeşil bir elma, kırmızı renkli gözlüklerle baktığımızda bile hala yeşil görünür. Çünkü elma hala etrafındaki her şeyden daha yeşildir. ” [1]

Renk ve Görme: “Işık ve Renk..”

“Işık dalgalar biçiminde yayılır. İki dalganın tepe noktaları arasındaki uzaklığa da dalga boyu denir. Güneş, çok geniş bir aralıkta ışınım yapar. Dalga boyları ; birkaç kilometreden, metrenin milyarda birine kadar farklılık gösterir. Örneğin radyo dalgaları en uzun dalga boyuna sahip elektromanyetik ışınımdır. Ondan sonra sırası ile mikrodalga, kızılötesi ışınım, gördüğümüz ışık, mor ötesi ışınımlar, X ışınları ve en kısa dalga boyu olarak gama ışınları yer alır. Bu bant gerçeğe uygun olarak oluşturulduğunda, 0.4-0.7 mikron arasındaki görünen ışık aralığının, tümüne oranla  % 1’den az olduğu görülecektir. Eğer gözümüz dalga boylarını ayırt edemeyip sadece ışığı algılıyor olsaydı her şeyi renksiz, yani siyah, beyaz ve grinin tonlarında görecektik.

Bazı hayvan türleri bizim göremediğimiz dalga boylarına duyarlıdır. Örneğin kuşlar ve arılar morötesi ışınımları algılayabilirler. Bu sayede besinlerini ve avlarını algılar, yaşamlarını sürdürürler..” [2]

Gökkuşağı doğada, prizma gibi davranan küçük su damlalarından geçerken ayrışan güneş ışığı ile oluşur. Bazı günlerde güneş ve ayın çevresinde oluşan “hale” de havadaki buz kristallerinden geçen güneş ışığı etkisi ile oluşan fakat çok parlak olmayan bir cins gökkuşağıdır. Gökyüzünde hale görülmesi, genellikle fırtına ya da yağış habercisi olarak kabul edilir. Bunun nedeni renkler değil, fırtına öncesi oluşan ve bize renkleri yansıtan buz kristalleridir.

Eğer atmosferimiz olmasaydı gökyüzü siyah olarak görünecekti. Atmosferi geçerken, tayfın kısa dalga boyu tarafındaki mor ve mavi renkler hava molekülleri ile çarpışarak yayılır, diğerleri ise kırılım göstermeden yeryüzüne ulaşır. Bu yüzden gökyüzü bize mavinin tonlarında görünür..

Kaynağını güneşten alan ışık, elektromanyetik enerji ile doludur. Bu enerjiler, yukarıda özetlendiği gibi değişik dalga boylarında ve titreşimlerde 300.000 km/saniye yani ışık hızı ile hareket eder. Işık vücuda iki yoldan girer. Birinci yol gözler, ikinci ise deridir. Derimiz, gözle görülmeye ışınların da bizi etkilemesine neden olur. Deride melanin üretimini arttıran ışık sayesinde vücutta D vitamini üretilir ve buna bağlı olarak mikroplara karşı direnç yükselir, yiyeceklerden kalsiyum emilerek kemik yapının oluşumunda kullanılır.

“Işık, suyun içinde normal hızından daha düşük bir hızla yol alır. Bu yüzden suyun içinde, ışığı yansıtan cisimler şekil değişikliğine uğrar. Örneğin bir kalem tam suya girdiği yerden kesilmiş, ekseninden kaymış ve biraz daha kalınlaşmış gibi görünür.

Işık en basit tanımı ile, şekli ve rengi oluşturan bir tür elektromanyetik enerjidir. Güneş ve yapay kaynaklar tarafından çeşitli dalga boylarında üretilen bu enerji, nesnelerden yansıyıp gözümüz tarafından algılandığında ışığı görmüş oluruz.

Her nesnenin molekül yapısına ve içindeki boya maddelerine bağlı olarak ışık ışınlarının birbiri ile karışması, emilmesi ve yansımasının değişik hız ve yoğunluklarda olması, farklı renkleri doğurur. Aslında çevremizde görebildiğimiz her şey, ışığın yansımasıdır. Düşük frekanslardaki ışıklar kırmızı, yüksek frekanslardaki ışık dalgaları mor renk olarak tanımlanır. Örneğin tüm ışığı emip sadece sarı rengi yansıtan bir kumaşı biz sarı olarak görürüz. Yani bir cismin rengi, emdiği değil yansıttığı renktir.” [3]

Gözün İşlevi Nedir?

“Işık ışınları, gözümüzdeki, gözbebeği adı verilen delikten geçerek içeri girer. Çevremizdeki cisimlerin iki boyutlu görüntüleri, renkleri ile birlikte gözün arkasındaki ağtabaka denilen bölüm

üstüne düşer. Bu tabakada, çubuk ve koni biçiminde 200 milyon alıcı hücre bulunur. Bu hücreler, görüntüyü elektriksel atımlara dönüştürür ve görme sinirleri aracılığı ile beyine gönderir. Beynimiz, cisme farklı açılardan bakan iki gözden gelen sinyalleri birleştirerek üç boyutlu görüntüyü oluşturur.

Ağtabakada üç renge ayrı ayrı tepki veren, üç tip koni hücre vardır. Kırmızı, mavi ve yeşil.. Bunların her biri, baktığımız rengin karışım oranlarına bağlı olarak değişen tepkiler verir.

Renkkörü insanlar genelde kırmızı veya yeşil koni hücrelerinin, gerektiği gibi tepki vermemesinden ötürü renkleri ayırt edemezler. Bu koni hücreleri, karanlıkta pek iyi çalışmazlar. Buna karşılık, güneş ışığında çalışmayan, fakat çok az ışıkta iş görebilen çubuk hücreler devreye girer. Bu arada göz bebeklerimiz büyüyerek içeriye mümkün olduğunca çok ışığın girmesine yardımcı olur. Fakat çubuk hücreler renklere duyarlı olmadıklarından, karanlıkta renkli göremeyiz.” [4]

Beyaz ve siyah, aslında renk değildir. Beyaz, bütün renklerin karışımıdır. Yani tüm renkleri eşit oranda yansıtan bir cismi beyaz olarak görürüz. Siyahta ise hiç renk yoktur. Yani hiç ışık yansıtmayan bir cismi siyah olarak görürüz.

NEWTON renklerle ilgili deney yaparken, yeşil ve kırmızı; sarı ve mavi gibi iki karşıt rengin karıştırılması ile, örneğin yarı yarıya iki karşıt renkle boyanmış bir diskin hızla çevrilmesi ile, beyazın elde edilebileceğini gördü. “Çünkü bu sırada gözümüzün koni hücreleri eşit şekilde uyarılmakta ve tüm renkleri karıştırmış gibi algılamaktadır. Yani bu bir göz yanılsamasıdır.

Parlak bir ışığın altında renkli bir kartonun ortasındaki beyaz noktaya gözünüzü ayırmadan yaklaşık 30 saniye bakın. Hemen ardından aynı büyüklükte beyaz bir kartonun ortasındaki siyah noktaya bakın. Beyaz zemin üzerinde, ilk kartonun renk karşıtlarını göreceksiniz. Çünkü uzun sayılabilecek 30 saniye boyunca aynı renge baktığınızda yorulan ağ tabakadaki koni hücreleri, beyaz yüzey üzerinde karşıt renkleri oluşturmaktadır.” 2

Şimdilik !..

Evet, şimdilik bu kadar.. Sanırım ve umarım, aydınlatmanın sorumluluğunu bundan böyle biraz arttırdık ve olayın basitçe bir lüks hesabından ibaret olmadığını düşünmeye başladık.. Özellikle son zamanlarda LED teknolojisinin hızla gelişmesi ve biraz da ucuzlaması sonucu, bilir bilmez kişilerin uygulamaları, bazı ibadet mekanlarını şehir avizesine, yeni binaları bayram kutlamasına, AVM’leri panayır yerine, bazı üst geçitleri de pavyon kapısına çevirdi.. Galiba biraz bol bulduk, neremize takacağımızı şaşırdık ve uygulamaları, düz elektrik işçilerinin insafına terk ettik !…

Kentsel tasarımcılar, Mimarlar, İç mimarlar, Peyzaj Mimarları, çoğunlukla seyirci kaldı bu vahşi takıp takıştırmaya.. “Benim işim değil !” dedi. Çünkü burada anlattıklarımızı düşünme konusunda, onların da dağarcığı boştu. Maalesef, eğitim sistemimizin yarattığı bir kara delikti bu.. Tasarımlarının imalat sürecine kadar taşıdıkları sorumluluk, adeta orada bitiyor ve sonraki yaşam süreci onları ilgilendirmiyordu.. Halbuki, mimarlık dediğin şey neydi ki “insan” yoksa içinde ?..

Evvelce “ışık fazlası” olarak tanımladığımız ışık kirliliği, yer yer, zevk kirliliğine dönüştü.. Yani artık sorumluluk birkaç yönlü ve birileri üstlenmeli bence.. En kestirme, ama evrensel duyarlılık taşıyan, belki en ucuz, ama mutlaka sürdürülebilir olan ve nihayet; bilimsel karşılığı araştırılmış, yani zihin ve beden ilişkisi irdelenmiş yöntemlerle aydınlatmalıyız dünyamızı !.. Ne dersiniz ?..

Bu bir, giriş taksimi olsun.. Arkasından gelecek en az dört katı bilgiyi de paylaşmamızı isterseniz, memnuniyetle devam ederim.. Karar, siz değerli  okuyucuların !..

[1] Rebecca TREAYS, [2] Alp AKOĞLU, [3] Ted ANDREWS, [4] Rebecca TREAYS

1946 yılında inşaat mühendisi bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen yazar, 1997 yılından beri “Mimarlık”, “Eğitim” ve “Mesleki açıdan Ülke Sorunları” hakkında yazıyor. Erengezgin'in 120'den fazla makalesi 300'ü aşkın mesleki dergi ve gazetede yayınlandı.
Bir Yorum Yazın
Ziyaretçi Yorumları - 2 Yorum
  1. senol dedi ki:

    Devamını mutlaka bekliyor olacagım hocam , emeginize sağlık.

  2. Olcay balTAcı dedi ki:

    Teşekkür ederim.
    Verdiğiniz bilgiler için.