Acaba Farkında Mıyız?
Canı istediği zaman esen savaş rüzgarlarının, her türlü siyasi ve silahlı terör saldırılarında kaybedilen canların arkasında yatan gerekçenin, acaba farkında mıyız?.. Çok derinlerde mi sizce ?.. Sadece “basiretsiz siyaset yüzünden” derseniz, siz de ekmeğine yağ sürersiniz kan döken bezirgânların. Ya da hakkını yersiniz meşru müdafaa adına dökmek ve dökülmek zorunda olanların. Sadece, kınamakla yetinirsiniz !.. Çözüme değil, soruna odaklanır ve daima mağlup çıkarsınız sahadan.
Canı istediği zaman esen savaş rüzgarlarının, her türlü siyasi ve silahlı terör saldırılarında kaybedilen canların arkasında yatan gerekçenin, acaba farkında mıyız?.. Çok derinlerde mi sizce ?.. Sadece “basiretsiz siyaset yüzünden” derseniz, siz de ekmeğine yağ sürersiniz kan döken bezirgânların. Ya da hakkını yersiniz meşru müdafaa adına dökmek ve dökülmek zorunda olanların. Sadece, kınamakla yetinirsiniz !.. Çözüme değil, soruna odaklanır ve daima mağlup çıkarsınız sahadan.
Din adına, bağımsızlık gayretleri adına, tarihi düşmanlıklar adına gibi öne çıkan nedenleri bir an için yok sayarsanız, arkasındaki gerçeği kolayca görürsünüz.. Aksi takdirde, bunun “enerji ve ekoloji kaynaklarının” hakkaniyetle paylaşımını beceremeyen insanlığın, “vahşi bir sahibiyet savaşı” olduğunu hiç bir zaman anlamaz, ana haberlerde ve gazete manşetlerinde yaşamaya devam edersiniz.. Bir tokat savaşa, bir tokat barışa !..
Peki bahsettiğimiz iki temel değere biz ne kadar sahibiz ? Ya da sahip olma yolunu seçtik mi, hiç denedik mi ?.. En azından son 60 yıldır, enerji ve ekolojiye dair, “maalesef bedeli ödetilen !” bireysel cesaret ürünü çıkışlar hariç, hangi eğitimsel ve ülkesel araştırmanın ve fiili başarının sahibiyiz ?.. Özellikle, tüm yapı sektörünü biçimlendiren mimarlık ve mühendislik eğitiminde bu iki kavram neden ana başlık olamıyor bir türlü ?.. “Enerji Mimarlığı” içeriğinde, yıllardır anlatmaya ve örneklemeye çalıştığım, iki meslek dalı için de hayatî önemde sebep-sonuç ilişkilerini ve malzeme risklerini mukayeseli olarak ele alan konular, neden halâ seçmeli ders kıvamında ? Yani “müfredatta çeşit bulunsun”dan, ya da sözüm ona “yeşil ve enerji adına” içi boş bir etiketten ibaret !..
Hadi geçelim onları.. Elemeye bile almadığı, ama açtığı yarışma konusunda dünya birincisi olan gençlerimizi keşfetmekten aciz TÜBİTAK’mı geldi aklınıza ?.. Maalesef, NASA’da olduğu gibi daima, maaşı kimin ödediği ve ödeyenin ne beklediğidir önemli olan !.. Bireysel anlamda pırıl pırıl müteşebbisler başımın tacıdır elbette ama, yeterli beklenti olmadıkça ve gereken desteği bulamadıkça, topluma mal olabilecek adımlar atabilmelerinin mucize olduğunu da bilmeliyiz..
Şimdi sormaya başlayalım; bu iki başlıktaki kaynaklarımız yeterli mi ?.. Teknik olanaklarımız elveriyor mu ?..
Nerede ise, toplumsal düzeyde en cahili olduğumuz konular sanki değil mi ?.. Ne güneşimizin ne de toprağımızın değerini bilebildik ve de ürünlerini hakkaniyetle paylaşmayı becerebildik.. Acaba, üretme ve paylaşma beceriksizliğimiz mi bizi bu duruma düşürdü ?.. Allah’ın kimseyi cennetlik ya da cehennemlik diye etiketleyerek yaratmayacağına inandığımıza göre, galiba kendimiz ettik kendimiz bulduk !..
Başlayalım sorgulamaya.. Neden her olayı kuradan çıkmış gibi karşılıyoruz ?.. İç ve dış sorunların kökünde yatan nedenleri kim biliyor ?.. Biliyor ise neden dile getirmiyor ?.. Sanırım şimdilik yanıt; yaygın bir sessizlik !… Çünkü sadece, derin bir iç çekerek; “kader !” demek varken, kendimizi yargılamaya, suçlu ilan etmeye ne gerek var değil mi ?.. Peki, öyle ise bu kaynaklara kısaca bir göz atalım birlikte.. Tanıyalım ülkemizi.. En çok nerede ihtiyacımız var ve en çok nerede tüketmekteyiz her ikisini de ?.. Dedim ya, bir sorgulayalım !..
En iyi bileni değilim elbette.. Ama, en çok ter dökenlerinden biri olduğumu söylerler..
Enerji Adına
Bu vatan, Allah vergisi; güneşi, rüzgârı, dalgası, denizi, akıntısına ilaveten, zengin yer altı kaynakları; jeotermali, akiferleri ve coğrafi konumu ile, dünyada dört mevsimi yaşayabilen iki ülkeden birisi iken kaynak fakirliğinden bahsetmek, önce vatana ihanet olacağı gibi, Allah’ın nimetlerini de inkar etmek, yani düpedüz günahtır bence.. Bu zenginliğin nasıl enerjiye dönüşeceğini yıllardır anlatmaktayız. Şimdilik sadece, enerjinin en çok tüketildiği alanlara bir göz atalım.. Yani, hassasiyetimizin en yüksek olması gereken konuları sıralayalım..
Ülkemizde olduğu gibi, dünyanın birçok ülkesinde de, en büyük yatırım sektörü daima inşaattır.. En vahim, en yüksek maliyetli ve yanlış yatırım da bu sektörde yapılmaktadır maalesef..
Sanayi sektöründeki %90 ürünün ömrü, ortalama olarak en fazla on yıldır.. Herkes bu durumun farkında ve kabullenmiş durumdadır !.. On yıl sonra, o ürünün adı “hurda”dır sadece.. Hatta on yıla varmadan kasıtlı eskitmeye uğrayarak, azami üç yılda fonksiyonunu kaybeden yüz binlerce üründen bahsedebiliriz.. Hele hele elektronik sektörü, bu kıyımın baş aktörüdür.. İçine konan zaman ayarlı bir çip yüzünden de, 2 veya 3 yılda; bir bilgisayar, bir yazıcı ya da bir telefon; işlevini kaybederek, yenisini alma mecburiyeti doğurmaktadır sahibine..
Her yıl ölenlerin en az %8’inin katili olduğumuz, yani aslında en ön planda olması gereken ve ellerimizle yarattığımız çevresel kirliliği göz ardı etmekteyiz. 100 trilyon dolarlık bir bütçe yaratmak uğruna tekrarlanıp duran iklim zirvelerinde, küresel ısınmayı kullanarak insanları suçlu ilan eden dünya lobisi ise, ev aletlerinden oto sanayine kadar geniş bir yelpazede yaşanan bu hızlı eskitmeyi, “karbon azaltımı niyeti !” arkasına saklayarak, yani “insanları günahkâr ilan ederek” çarkını çevirmekte, beş yılda beş takım A sınıfı buzdolabı ve benzeri sanayi ürününü ile, en düşük emisyonlu olduğuna inandırılan otomotiv modellerini satmayı başarmaktadır.. Adetâ, günah çıkarmanın dünyadaki bedeli olarak !..
İnşaat sektöründe ise, en büyük maddi yatırıma karşılık, en büyük yanlış ve en uzun esaret diyebileceğimiz bir manzarayla karşı karşıyayız.. Bir sanayi ürünü on yılda hurdaya çıkabilir ve öyle veya böyle yenisi alınabilirken, inşaat sektöründe; betonarme mahkûmiyeti ve mevcut aksaklıkları ile 40 yılı aşmayan kullanım ortalamasına, depremsellik risklerini de dahil ettiğinizde, bir ömrü kapsayacak hapis hayatına çevirmektedir yaşamı.. Yani bırakılan; kalıcı hasardır !.. Yenisini alsanız da, önünüzdeki süreç yine ortalama kırk yıl olacaktır.. Kaçarak kurtulmak mümkün değil. Çünkü kaçacak yerimiz ve zamanımız yok.. Ya adam gibi yapacağız binaları, ya da maddi iflas veya fiziki ölümlere hazırlıklı olacağız hep birlikte..
Bu sektörün ne kadar enerji tükettiğine gelince.. Yüzlerce kez dile getirdik, tekrar söyleyelim.. En az % 50.. Yani ülkemizdeki tüm üretimin en az yarısı bu özensiz planlanan ve imal edilen, maalesef teknik kadroları yetersiz, “reklâm sektörüne emanet” müteahhit firmaların insafına terk edilen yapıların içinde tüketilmekte.. Bu oran; her türlü yapıyı, devlet dairelerini, fabrikaları, eğitim kampüslerini, kışla ve karakolları da dahil ettiğimizde % 60’ı bulmakta.. Yani en büyük, yani bizi % 70-80 dışa bağımlı kılan maddi açığımızın yarısından çoğuna, yani bizi zorla içine çektikleri savaşları doğuran nedenlerin ana suçlusuna.. Özetle; doğrudan, mevcut tüm yapılarımıza götürmekte bizi bu oran !..
Şehirleşmeyi; “doğadan uzaklaşmak, köyden kurtulmak” olarak tanımlayabilen ve buna “medeniyet” diyebilen kentsel planlamacıların; doğru yer, doğru zemin, doğru yön derdine hiç düşmeden, cetvel kalem çizdikleri yerleşim alanları sayesinde oluşan anormal ulaşım yoğunluğunda kaybolan enerji ve zamana, bu işin duble yollarla çözüleceğini sanan siyasete, ulaşım sistem ve araçlarının yanlış seçimine ve kullanılanların da yanlış teknolojisine bağlı olarak sarf edilen toplam enerji ise, tüm kullanımın dörtte biridir.. Etti mi en az % 75 ?..
Yapılar ve sanayi dahil ülke genelinde enerji sarfiyatımızın ise, dünya ortalamasına göre göre dört, gelişmiş ülkelere göre sekiz katı olmasını hiç umursamayıp, uzun yıllardır önümüze yıllık % 8 büyüme hedefi koyabilen yönetim mantığını anlayabilmek hiç mümkün değildir.. En az son 100 yıldır, “daha az enerji ile daha çok üretimin peşinde olan” gelişmiş ülkeleri yakalayabilmek için, “önce çok enerji kullanmak lazım ki yetişelim. Sonra biz de azaltırız sarfiyatı !..” diyebilen siyasi anlayış, hangi dalda ne ödülünü hak eder bilemem..
Bu garip öngörüye sesini yükseltemeyen ve daha da önemlisi, ne fabrikalarında ne idare binalarında ne de lojmanlarında, “yapısal uygulaması ile doğru örneğini ortaya koyamayan” iş dünyamız tebrike şayandır.. Sadece bir “moda yatırım” ve kârlı bir ticari alışveriş olarak algıladıkları, ya da kendilerince, “kesintilerin doğurduğu mecburiyet” olma dışında bir anlam taşımayan; sermaye odaklı rüzgâr ve güneş tarlaları ile yetinen iş dünyamız ile, onları temsil eden ve kendi aralarında “yeşil adına” aldatmacalar ile avunan koskoca oda ve birlikleri de ayrı bir madalya hak etmektedir bence.. Halbuki “böyle bir kaynak zengini ülkede” biz artık, “hürriyetimizi satın almaktan”, yani şebekeden bağımsız yaşayabilmekten bahsediyoruz.. Enerjiyi ille de satın almaktan, yani yine enerji lobisinin oyuncağı olmaktan değil !..
Ekoloji Adına
Öncelikle yiyeceklerimize bir göz atalım.. Gıda sektöründe % 30 dışa bağımlıyız deniyor.. Gerçekten o kadar mı ?.. Yunanistan yüzölçümünün 2 katı büyüklüğünde tarım arazimiz varken, o ülkeden ve Amerika’dan pamuk ithal ediyoruz. Mercimek Kanada’dan, mısır Ukrayna’dan, pirinç Mısır’dan, arpa Fransa’dan, buğday Rusya’dan ve Almanya’dan geliyor. 126 ülkeden 133 çeşit meyve sebze ithal etmekteyiz.. İlaveten, taze soğan-kuru soğan ve utanmadan saman ithal ediyoruz. Türkiye sadece; şekerpancarı, patates ve nohutta kendisine yetebiliyor.. Hayvancılığa hiç girmiyorum !..
Bu arada, yerli tohumun serbestçe satışı yasak, yabancısı serbest.. Nasıl bir manzaradır bu ?. Bu ortamda, 5 köylümüzden 3’ü de icralık hale geliyor elbet !..
Bu arada, dünyada mevcut bazı uluslararası firmalar, girdikleri ülkede doğal olarak elde edilmiş tohum ekimini yasaklayıp, GDO’lu ve hibrit tohum kullanımını şart koşmaktadır. Bu tohumlar “bir kere” ürün verdiği için, her sene yeniden satın alınması gerekmektedir. Toprağın yapısını bozarlar ve bir süre sonra o toprak ekilemez hale gelir. Ayrıca rüzgârla gelen bir GDO’lu polen, komşu tarladaki doğal tohumların da genetiğini bozabilmektedir. GDO’lar öldürücü alerjilere neden olabilmektedir. GDO’lu yemler ise hayvanlarda antibiyotik direncini arttırıp, tıbbî etkiyi azaltmaktadır.
Artık bilinmektedir ki, böyle tarlalarda kullanılan yabani ot ilaçları, memeliler için toksik etki yaptığı gibi, insanlarda da hormonal dengeyi bozmaktadır. Süper dayanıklı böcek ve yabani bitki türleri yaratmaktadır. Bir anlamda, tohumu silah haline getirip, insanları tohumla öldürmek ve doğayı tahrip etmek işte budur. Ülkemiz açısından da, maalesef dışında kalamadığımız gerçeklerdir bunlar.
Tarım dışı alanlardan, sadece ormanlarımıza baktığımızda ise gördüğümüz manzara maalesef şudur: Anlamsız yol güzergâhları ve kentsel sınırlardaki özensiz yaklaşım yüzünden seyrekleşmiş, ya da bir sebepten kesilmişken, milyon yılda oluşan, orman vasfı kaybolmamış toprağı yeniden kazanma gayreti yerine, oraları hemen 2B ilan etmek ve hem zemin emniyet katsayıları düşük, sıvılaşma tehlikesi taşıyan, üstelik bizi besleyen “yemek çanağımız !” ovalarla birlikte imara açıp, bir anlamda “üzerine beton dökmek” sizce nasıl bir anlayıştır ?..
Peki Ne Yapmalıyız?
Yanıt yine aynıdır : Bu konuda da kendimize yetmeyi öğrenmeliyiz !.. Doğru planlanmış, tüm enerjisini üretebilen, ahşap olduğu için deprem riski taşımayan, kentsel ölçekteki yaşam alanlarımıza mutlaka, en az aynı ölçekte tarım alanları eklemeliyiz. 33 yıllık köy deneyimimizden biliyorum ki, bir evin nerede ise kendisi kadar bir ekim alanı, onu doyuracak ölçekte sebzenin yanında, meyve bile yetiştirmesine yetebiliyor.. Bir o kadar ilave ile, küçük ölçekte hayvancılığın kapıları açılabiliyor.. 8-10 ailenin bir araya gelebilmesi ise, bu üretimi çok daha verimli hale getirecektir kuşkusuz.. Ayrıca, çevremizdeki yeşil alanları, ormanları ve doğal varlıkları da, bireysel koruma alanımıza dahil edebiliriz.. Çünkü belli ki devlet, bizden yardım bekliyor !..
Çok mu zor ?.. Bence hiç değil.. Batının aydınlık yüzü çoktan çıktı bu yola.. Bırakalım karanlık yüzünü; bu vahşi ticareti yürütecek ve onun doğurduğu her türlü savaşı destekleyecek yandaşlar aramaya devam etsin.. Dünyada termik santralden bahseden artık hiç kalmıyor. Amerika, yüzlercesini kapattı, İngiltere, pişmanlık beyanı verdi.. Yine Amerika, çevresel felâketler yarattığına karar verip iki bini aşkın barajı bile çoktan yıktı.. Sadece, akmakta olan sudan enerji üretilmesine izin veriyor artık..
Aynı nüfusa ama yarımız kadar toprağa sahip Almanya, 2020’den sonra doğalgaz kullanmayacağını ve ilave kaynaklara hiç gerek kalmayacağı için de, nükleer santrallarının tümünü kapatacağını söylüyor. Üçte birimiz kadar güneşi varken, bir taraftan bize buğday satmaya devam ederek, bir anlamda “kendine yetme ve doğaya sahip çıkma” savaşı veriyor.. Tüm aklı başında ülkelerin apaydınlık yüzleri, sırada !..
Bu içerikte kurulan ilk mahalle, ülkemizin kaderini değiştirecektir.. Her zaman söylediğimiz gibi, diğer insanlara; ‘’ben de böyle yaşamak istiyorum !..’’ dedirtecek ve siyasi erke de sadece; ‘’beni dayım bile kurtaramaz !’’ diyerek, halkın talebini yerine getirmek kalacaktır..
Bunun sadece bir rüya olduğuna hemen karar vermeden önce, enerji ve ekoloji başlıklarında özetlemeye çalıştığım “ulusal kâbustan !” uyanmaya çalışırsak, ilk görevimizi yapmış olacağız.. Ve cesaretli bir gayretle, tüm rüyalar gerçek olacaktır !.. UEEB, yani Uluslararası Enerji ve Ekoloji Birliği gönüllülerinin, 2016 yılı bitmeden ilk tohumları ekeceğine inanıyorum !…